Vellichor’u Ararken – Kitap Keyfim (Bölüm I)
Randevu saati yaklaşırken yola çıktım. İzmit, birkaç gündür baharı müjdeleyen sıcağı bir anda arkasında bırakmıştı. İçimden, “artık nisan, daha da soğumaz,” diyordum ama doğa benimle hemfikir değildi. Gökyüzü mat, rüzgâr inatçıydı. Saat öğleyi geçmişti ama gün, bulutlu sabahların o bilindik griliğinde takılı kalmış gibiydi. İnsan bu havalarda biraz içine döner, adımlarını daha ağır atar. Ben de öyleydim. Bugünkü rotam netti ama kapalı hava için için beni başka yerlere sürüklüyordu.
Şerafettin Ergül, pazar günü olmasına rağmen dükkânda olacağını söylemişti. “Randevulaşmak için görüştüğümüzde: “Bana tatil yok, hep buradayım.” demişti yığınla dizili kitaplarını göstererek.
Oldukça sakin bir İnönü Caddesi'nden ilerledim. İzmitliler bilir. Bu cadde İzmit’in aort damarlarından biridir. Ama tam aksine Cumhuriyet Parkı’nda birkaç kişi, ceketlerinin yakalarını kaldırmış bekliyordu. Belki bir otobüsü bekliyorlardı ya da bir tanıdık tarafından selamlanmayı umuyorlardı. Herkes biraz sessizdi. Parkın huzurunu kaçırmadan ilerledim.
Alemdar Caddesi’ne saptığımda manzara değişti. Bir anda hareketlenmişti her şey. Kaldırımların kıyısında hızlı adımlarla yürüyenler, dükkân önlerinde sohbet eden esnaf, elinde poşetleriyle bir yerlere yetişmeye çalışan insanlar... Şehir nefes alıyordu hâlâ, belki derin, belki kısık ama mutlaka canlı.
Alemdar Caddesi’nden biraz ilerledikten sonra İstiklal Caddesi’nden sola kıvrıldım. Her zamanki simitçi yerindeydi. Gevrek sesiyle müşterilerin dikkatini çekmeye çalışıyordu durmadan. “Çıkışta bir tane alırım,” diye geçirdim içimden ve Soydan İş Hanı’nın alt katına yöneldim.
Kitap Keyfim, hanın alt katında usulca beni bekliyordu. Raflardan taşan kitaplar, kimi sırtı eğilmiş kimi kabı soyulmuş… Ama hepsinde geçmişin izini taşıyan bekleyişler vardı. Kitapların arasında gezerken zamanın burada başka aktığını hissettim. Bazı yerler vardır; içeri girdiğiniz anda saatlerin anlamını yitirirsiniz. Vellichor’un o tarif edilmesi güç kokusu buraya sinmişti. Toz, mürekkep, anı…
Şerafettin Bey’i kitapların arasında buldum. Konuşur, dertleşir gibi istifliyor, tek tek ilgileniyordu. O an onun yerine olmak istedim bir an. Selamlaştık. Dükkânın sadece sahibi değil de aynı zamanda kitapların bekçisi gibiydi.
Sohbet için yine kitapların arasında ufak bir masaya oturduk. Boyumuzu aşan yığınların arasından kendisini dinlemeye başladım.
“1961’de Afyon’da, yoksul bir kasabada doğdum,” dedi. Sesi sakindi ve birazdan çok güzel şeylerden bahsedeceğiz der gibiydi. “O zamanki insanlar yoksuldu ama bugünün insanlarına göre zengindiler,” diye ekledi. Bu sözler, yalnızca bir kıyas değil, aynı zamanda bambaşka zamanların ilmihaliydi aslında. Daha azla yetinilen ama daha çok hissedilen zamanlar…
Amcasının hikâyesini anlattı sonra. “Belki de girişimciliğim amcama, bu hikâyeye dayanıyor, kim bilir?” diyor. Kimsenin elma yetiştirmek nedir bilmediği topraklarda, o zaman elma yetiştirmek istemiş amcası. Kimse nedenini anlamamış ve her benzer hikâyede olduğu gibi bıyık altı gülünmüş kendisine. Israrcı olmuş ve kırmızı kırmızı ilk hasadını alınca ilgi artmış. Bu girişimciliği o topraklara ön ayak olmuş ve pek çok kişi elma yetiştirmeye başlamış böylece. Şerafettin Bey, ister istemez şimdiki kendisi ile o zamanlardaki amcası arasında bir kader birliği kuruyor haklı olarak.
Çocukluğunu tek bir yerde yaşamamış. Babasının işi nedeniyle birçok şehir, birçok okul dolaşmak zorunda kalmış. Sonunda Derince Limanı’nda babası iş bulunca Derince Cumhuriyet İlkokulu’nda eğitimini tamamlamış. O günden sonra da artık Kocaelili olmuş diyebiliriz.
Lise tercihini Endüstri Meslek Lisesi’nden yana yapmış. Ancak 1980’lerin çalkantılı günlerinde, birçok genç gibi onun da eğitim serüveni yarım kalmış. O devirlerle ilgili “Devletin misafirhanelerinde misafir oldum,” dedi sadece. Ne çok şey anlatan sade bir cümle. Herkesin sustuğu, ama kimsenin unutmamış olduğu bir dönemin özeti.
Askerliğini yapar yapmaz çalışmaya başlamış. İlk işi bir çay ocağı. Küçük, ama ayakta durmanın ilk basamağı. Çay ocağı babasının da desteğiyle kalıcı hale gelmiş ve kendi kendini döndürür hale gelince, çocukluğunda amcasından kalan girişimcilik ruhu yeniden devreye girmiş ve İzmit’in meşhur Barlar Sokağı’nda ilk barı açmış. Sonra Üçgen Kilim... O dönemde İzmit’te öğrenci olan hemen herkesin bir anısı vardır o mekânlarda. Benim de var. Düşündüm, belki farkında bile olmadan onun izinde yürümüşüz.
Sonra Bodrum. Antik Tiyatro’nun karşısında bir bahçe devralmış ama ruhsat sorunları yüzünden İzmit’e dönmek zorunda kalmış. Dönüş, başlangıca dönmek olmuş aslında. Babası çay ocağını işletmeye devam ederken, Şerafettin Bey kendi yolunu çizmek istemiş. “Hayat bisiklet gibidir, durursan düşersin,” der ya bazıları. Onun için de öyle olmuş. Aklına uzun yıllar içli dışlı olduğu, gözü gibi bakıp sakladığı kitapları gelmiş.
1975’ten beri biriktirdiği kitaplar sadece bir hobi değilmiş meğer, bir yaşam biçimiymiş. Beraberinde pul, kaset, plak... Hep bir arşivci ruh, hep bir toplamaya, saklamaya, aktarmaya dönük istek. Çay ocağının köşesine koyduğu birkaç kitap, zamanla rafları doldurmuş. Sonra tezgâhlar. Derken dükkân yavaş yavaş çaydan çok kitapla anılır olmuş. Bugünkü sahafın logosunda hâlâ duran çay bardağı, o günlere bir selammış meğer.
Şerafettin Ergül (ortada) babası ile birlikte
Şerafettin Bey, sadece kitap satmıyor. Anlatıyor, öneriyor, teşvik ediyor. “Bir kişi bile okusun yeter,” diyor. Kentin kültürüne dokunmak, o kültürün içinde yaşayan insana temas etmek istiyor. Okumak için vesile olmak, onun deyimiyle “aklı çelmek.”
Bir gün kitap tezgâhının uzağında duran ve tezgâha yaklaşamayan bir çocuk fark ediyor. Belki utanç belki de korku bilinmez ve müdahale etmek, onu kazanmak istiyor. “Çağırdım yanıma,” diyor, “gel evlat, karıştır kitapları, dilediğin kadar.” O küçük dokunuşun bir çocuğun hayatını değiştirebileceğini kim bilebilir?
Yıllar sonra bir mekâna çay içmek için girdiğinde, kendisine çay getiren kadının onu tanıdığından bahsediyor. Kadın, oğlunun hep kendisinden bahsettiğini, ona nasıl kitap sevgisini kazandırdığını aktarıyor oracıkta. Çok mutlu oluyor Şerafettin Bey. Kadın fotoğrafı gösterince gerçek ortaya çıkıyor. Bir bakıyor ki, bahsettiği çocuğu o çocuk yani yıllar önce kitaplara uzaktan bakan o utangaç delikanlı. Ve şimdi... tıp fakültesi öğrencisi. Şerafettin Bey anlatırken gözlerinde hem şaşkınlık hem de sessiz bir gurur vardı. Bu anı, kitapla dokunmak denilen mucizenin kanlı canlı kanıtıydı.
Bu anıyla birlikte anlıyorum ki kent kültürü sadece binalardan, meydanlardan ibaret değil. Asıl kültür, insanın insana değdiği yerde başlıyor.
Bir kitapla, bir sohbetle, bir çayla… Kitap Keyfim’ in hikayesi, Şerafettin Bey’in birikimleri elbette burada bitmiyor. Daha anlatacakları var. Haftaya, bir sonraki yazımda Şerafettin Bey’le yaptığımız sohbete kulak kabartmaya devam edeceğiz. Kent kültürünü irdeleyeceğiz. Sonra Loulou Dedola’dan, internet çağında sahafçılığın nereye evrildiğinden, yeni hedeflerden ve belki de kitapların hâlâ nelere kadir olduğundan bahsedeceğiz._
*Geçen haftaki yazımda bahsettiğim gibi Vellichor, İngilizce'de kullanılan ve eski bir kitapçıdaki kullanılmış kitapların kokusu ve atmosferiyle ilişkilendirilen nostaljik, melankolik bir hissi ifade eden bir kelimedir. Bu terim, John Koenig’in The Dictionary of Obscure Sorrows adlı eserinde ortaya çıkmıştır ve Latince vellum (parşömen) ile ichor (mitolojide tanrıların kanı) kelimelerinden türetilmiştir.
- Toplam 1 yorum

Şerafettin Ergül 17:07 - 03 Mayıs 2025
Kitapların gölgesinde güzel insanlar ile buluşmaya devam ediyoruz. Kaleminize sağlık değerli arkadaşım. Sahhaf/ Kitap Keyfim
YAZARIN DİĞER YAZILARI
- Vellichor’u Ararken – Melal Sahaf 18 Mayıs 2025 Pazar
- Vellichor’u Ararken – Kitap Keyfim (Bölüm II) 11 Mayıs 2025 Pazar
- Biraz Parşömen, Biraz da Tanrı Kanı 27 Nisan 2025 Pazar
- Okumak Üzerine Birkaç Söz Daha 20 Nisan 2025 Pazar
- Istakozun Ruhu 12 Nisan 2025 Cumartesi
- Şehir, Edebiyat ve Ödül 07 Nisan 2025 Pazartesi
- Gönüllü Sürgün 30 Mart 2025 Pazar
- Okumak Üzerine 23 Mart 2025 Pazar
- Yaşamak Tasarlamak 16 Mart 2025 Pazar
- BENİM GÜNEŞİM 08 Mart 2025 Cumartesi