Seda Oruç'un kaleminden... KURBAN ROLÜ

02 Şubat 2023 16:53
Son dönemlerin moda terimlerinden biri kurban rolünde olmak. İçerdiği anlam itibariyle yerin dibine sokulan ama yine de pek çoğumuzun zaman zaman girip çıktığı bir duygu durumu.

Asıl sorun bunu kalıcı hâle getirip hayatını bunun üzerine inşa edince başlıyor.

Hani etrafımızda yaptığı işin sorumluluğunu asla almayıp en ufak bir aksilikte ‘işte onun yüzünden’ diye parmak sallayanlar ya da şartlar hasebiyle deyip ‘kader utansıncılar’ var ya işte onlar bizatihi bu kurban rolüne kendini kaptırıp Oskar’a aday olanlar olarak  tanımlanabilir.  

Kurban, Türk Dil Kurumu’ndaki anlamlarının birinde “Bir ülkü uğrunda feda edilen veya kendini feda eden kimse” olarak açıklanıyor. Hayatta kurban rolünde olmak bize ne kazandırır?

İlgi görmek ya da değer bulmak için kendisine zarar veren başka bir canlı türü var mıdır, bilmiyorum?

İnsanlar güçlü durmanın sorumluluğunu almak yerine zayıflığın kolaycılığına sığınıyorlar. Hatta bu zayıflıkları kimi zaman onları olduklarından daha bedbaht duruma getiriyor.

Âcizliklerini matah bir meziyetmişçesine sevdiklerinin yumuşak karınlarından sokuyorlar. Bu sayede kazanacakları ilgi sadece daha fazlası için hastalıklı bir döngüyü kuruyor.

Öyle ki girdikleri sarmal en çok kendilerine zarar verdiği halde sevdiğine yaşatacağı pişmanlık ya da onun kalıcı olmayan ilgisi için buradan çıkamıyorlar.

Pekiyi bu rolü böylesine benimseyenler kendilerini ne uğruna feda ediyorlar? Değerli olmak!

Ah! Bu ne yaman çelişki o zaman.

Niye değer veririz ki birisine?

Bir menfaat düşüncesi yükseliyor bu sefer zihnimde. Belki bilinçli belki Freudçu. Freud’a göre görülen bilinç durumlarının gerisinde çok daha derinde ve görünmez bir bölgede işleyen başka bir yapı daha vardır ki bu bölgeyi buz dağına benzettiği bilincin suyun altında kalan kısmı olarak tanımlar.

Bu bölgenin adı bilinç dışıdır ve bilinç durumunu etkileyen asıl şey bu yapıdır. Menfaat dediğimde maddi olarak algılarsanız üzülürüm.

Bir duygumuzu tatmin eden herkesle menfaat ilişkimiz vardır. “Benim asla yok hepsi karşılıksız.” diyen de bir derine insin bakalım orada hangi duyguları dans ediyor yaşlı teyzenin pazar torbasını taşırken?Yardımcı olayım.

Mesela yardımseverliğin dayanılmaz iç huzurunu satın alabileceğimiz bir para birimi yok. İçimizdeki genel kabul gören iyi duygular davranışlarımız ile vücut bulur.

Peki ya bu değerli olmak saplantısı nedir?  İşte asıl yara burada. Daha anamızın karnında kabul görmeye başlamalı ve sevgiyle büyümeliyiz ki sonrası böylesi açlık içinde kalmayalım. Zavallı Catherine Uğultulu Tepeler’de sevgiyle büyüseydi sırf onun için üzülmeleri uğruna ölmeyi göze alır mıydı?

Tam olarak bilemeyiz ama zannımca bu denli zayıf olmazdı.

Hayatta boşluk diye bir şey yok. Boş bıraktığımız yeri irademiz dışında bir şeyler dolduruveriyor. Özellikle çocukluk döneminde doyurulmamış duygusal boşluklar bırakmak öylesine tehlikeli ki yerine hangi hissin konulacağını bilemeyiz. İşte tam da burada koşulsuz sevginin gücü devreye girmeli. Livaneli’nin dediği gibi :

“Dünyayı güzellik kurtaracak Bir insanı sevmekle başlayacak her şey” 

Derslerindeki başarısı ile ailesinin beğenisini kazanan çocuk için başarılı olamadığında yaşayacağı his, hayal kırıklığının çok ötesinde olacaktır.

Büyüdüğü vakit dahi başarılı olduğu kadar kabul göreceği inancıyla sadece sonuç odaklı hareket edecektir.

Toplumsal saygınlık için tek çare gördüğü başarıya ulaşmakta her yolu kullanmak onun için mübah sayılabilecektir.

Oysa sevginin bir şarta bağlanmadığını bilerek büyüyen çocuk en başta kendini sevmeyi bilecektir. İnsanın kendisi ile barışık olması etrafı ile de barışık olması demek değil midir?

Etrafımızda gördüğümüz kendini beğenmiş veya ukalâ dediğimiz pek çok kişinin iç dünyalarında büyük çatışmaları vardır.

Bilinçaltlarına yerleşmiş değersizlik duygusu ya hayata dair kavgalarına ya da pasifleşmelerine sebep olacaktır.

Aynı Müslüm filminde  sanatçının hayat hikâyesinde gördüğümüz gibi. Onca başarıya rağmen içindeki değersizlik duygusundan kurtulamamış. Şarkılarında sürekli hayatın sillesine gönderme yapmış. “Benim şu dertlere ne borcum var ki tuttu yakamı bırakmıyor.

Benim mutlulukla ne zorum var ki bana cehennemi aratmıyor.” diye söyleyince içiniz kor bir ateşle yanıyor. Bazı yaraları iyileştirmek zordur.

Belki zamanla kabuk bağlar ama gün olur bir görüntü onu kaşıyıp tekrar kanatmaya yeter. Birkaç ay önce şehrin cadde ve sokak düzenlemeleri halen devam ederken şahit olduğum bir olayı da paylaşmak isterim.

Annesinin elini tutarak yürüyen altı yaşlarında kız çocuğu bir mağazanın çamura basmadan içeri girilebilsin diye önüne koyduğu ahşap basamağa takıldı.

Düşe yazan kıza annesi öfke ile “keşke kırılsaydı ayağın” diyerek iki defa bağırınca nutkum tutularak yanlarında durdum. Kadın o sırada mağazanın vitrinine bakarken biz küçükle göz göze geldik.

Ben gülümsedim, o da gülümsedi. Hafifçe eğilip “iyi ki ayağın kırılmadı” dedim.

Gülümsemeye devam etti. Bütün bunlar birkaç saniyede olup bitti. Hepimiz zaman zaman sinirlenip istemediğimiz sözler sarf edebiliyoruz ama çocuklar için anneleri en güvenli limanları, hele ki orada katiyen yara açmamak lazım. 

Derdimiz gönlünde yara açılmadan büyüyen çocuklar olsun. Zira dünyadaki tüm ağaçların kökleriyle birbirlerine bağlı olduğu bu muazzam düzende tek bir insandaki yara hepimizi etkiler.

YAZARIN DİĞER YAZILARI

Yazarın tüm yazıları
sedat menteş
Kocaeli Beyaz Eşya Servisi
Toyota
Gönül Otomotiv
X