Istakozun Ruhu

12 Nisan 2025 21:00
İnsan, yürüyüp geçtiği yerin ardındaki hikâyeyi her zaman bilemiyor. Bastığı toprak, karşısında uzanan deniz, sahil boyundaki irili ufaklı taşlar, tenine hafifçe dokunan rüzgâr… Tüm bunlar sanki her zamanki mesaisinde, olması gerektiği gibi.

Oysa bazı yerler, geçmişin izlerini bugünün yüzüne öyle güzel gizlemiş ki, onları fark edebilmek için biraz durup bakmak gerekiyor.

Benim için de Başiskele sahili, uzun süre böyleydi. Taşındığımdan beri kendi hâlinde, sessiz sakin bir ilçe zannederdim. Güneşli günlerde, körfezi uçtan uca görebildiğimiz sahiline atardık kendimizi. Manzara güzeldi ama çok da düşünmezdim altında neler saklı olduğunu.

Meğer Başiskele sahilinin dibi, tıpkı bir canlı gibi, binlerce yıldır içten içe bir nabız gibi atıyormuş. Milattan önce 6. yüzyılda yazılmış Ethnica isimli bir eserde geçiyor bu toprakların hikâyesi. Ethnica, Bizanslı Stephanos’un kaleme aldığı bir coğrafya sözlüğü. Ne yazık ki günümüze çok az kısmı ulaşmış.

Bu esere göre, Amazon Kraliçesi Olbia, bugünkü İzmit Körfezi sahillerine geldiğinde, denizin dibinde yaşayan tanrı Poseidon’a âşık olur. Bu aşktan Astakus adında bir çocuk dünyaya gelir. Astakus, daha sonra kendi adını verdiği bir yerleşim kurar: Astakos. İşte bu yer, bugün üzerinde yürüdüğümüz, çayımızı içtiğimiz, denize karşı oturduğumuz Başiskele sahili. Astakos kelimesi günümüzde dilimize ıstakoz olarak dönüşmüş ve yerleşmiş.

Yukarıda anlattığım işin efsane kısmı. Bir de Frig uygarlığının adı geçiyor tarih sayfalarında bu topraklarla birlikte. Bastıkları sikkelerin bir yüzünde kent tanrıçası Olbia, diğer yüzünde ise bir ıstakoz figürü yer alıyor. Bu da denizle olan kadim ilişkiyi somutlayan başka bir iz. Yani mitoloji ile arkeoloji, burada aynı masada oturuyor gibi.

Tarihi kaynaklar, bu bölgenin ıstakozla özdeşleştiğini gösteriyor. Çok eski zamanlardan beri ıstakozun bolca avlandığı, sofralarda yer bulduğu anlatılıyor. Bu canlı, sadece bir besin değil; kültürel bir simge hâline gelmiş adeta.

Doğrusu, deniz ürünleriyle aram pek iyi değildir ama ıstakozun hem tadı hem de görünüşüyle sofrada yarattığı zenginlik hissi yadsınamaz. Zamanı biraz ileri saralım. 17. yüzyıla gelindiğinde, Yeni İngiltere'ye yerleşen Avrupalılar, bu bölgede ıstakoz bolluğuyla karşılaşırlar. O kadar bolmuş ki, ilgi bile görmemiş. Diğer bir taraftan Kızılderililer, ıstakozu kimi zaman yem olarak, kimi zaman da gübre niyetine kullanmış. Hatta bu yüzden ıstakoz, uzun süre "deniz hamamböceği" olarak anılmış. Yoksulların, mahkumların, hizmetçilerin ve dulların sofrasına layık görülmüş. 19. yüzyıla gelindiğinde, Massachusetts’te konserve ıstakoz üretimi başlar, ancak ilk başta pek rağbet görmez.

1850’li yıllarda, restoran menülerine ucuz bir seçenek olarak girer. Asıl dönüm noktası ise demiryolu ağlarının gelişmesiyle yaşanır. Tren yolculuklarında, konserve ıstakoz servis edilir. Bu durum, zengin yolcuların damağında yeni bir lezzet izlenimi yaratır. New York ve Boston gibi şehirlerde ıstakoz, artık aranan ve prestijli bir yiyecek haline gelir. Yani tabiri caizse, trene binip sınıf atlayan bir deniz canlısıdır ıstakoz.

Ama ıstakozun ünü sadece dünya mutfaklarıyla sınırlı değil. İlham verici sert kabuğu, 17. yüzyılda Osmanlı askerlerinin miğfer tasarımlarına bile esin kaynağı olmuş. O dönemde bazı sipahi birliklerinin taktığı miğferler, arka kısımlarında ıstakoz kuyruğuna benzer kıvrımlarla korunurmuş.

Sanata da sıçramış ıstakozun ünü. Uçuk ve özgün eserleriyle tanınan İspanyol ressam Salvador Dali, bir gün bir arkadaşının yanında ıstakoz yerken kabuğun bir parçası masadaki telefona fırlamış. Bu sıradan olaydan etkilenen Dali, meşhur “Istakoz Telefonu” eserini yaratmış. Eski tip bir çevirmeli telefonun ahizesine büyük, turuncu bir ıstakozu yerleştirivermiş. Yine Dali’nin yakın dostu Pablo Picasso da bazı natürmortlarında ıstakoza yer vermiş. Bu canlı, kimi zaman tuvaldeki bir detay, kimi zaman sanatçının ilham perisi olmuş.

Poseidon ile Olbia’nın aşkından başlayıp Amerikan sofralarına, oradan Osmanlı zırhlarına, modern sanat galerilerine uzanan bir yolculuk bu. Başiskele sahilinde yürürken bu hikâyeyi bir köşede hatırlamak güzel olmaz mı? Bir ara durun, denize doğru eğilin… Belki bir ıstakoz göremezsiniz ama geçmişin izlerini, kımıldayıp duran ruhunu hissedersiniz. Ve belki de, en sıradan gördüğünüz taşın altında yatan olağanüstü hikâyeleri fark etmeye başlarsınız.

 

YAZARIN DİĞER YAZILARI

Yazarın tüm yazıları
emel durak masaüstü
lunapark
miğfer güvenlik
efe vinç
kaan uçar masaüstü
bemove beyza erenkaya masaüstü
noıx masaustu
nutat masaüstü
X